Sultan Abdülaziz Han 17 Zilhicce 1277 (25- 26 Haziran 1861) tarihinde ağabeyi Sultan Abdülmecid Han’ın vefatı üzerine Osmanlı tahtına oturdu. Sultan Abdülaziz’in cülusu tüm halka telgraflar ve camilerde okunan hutbelerle duyuruldu.
Cevdet Paşa, Abdülmecid’in vefatından sonra devlet ileri gelenleri arasında V. Murad’ın cülusunun bekleyenler olduğunu bu yüzden cülusu duyuran teşrifat pusulasında padişah adının açık bırakılarak Abdülaziz’in cülusu kesinleştikten sonra doldurulduğunu, bu durumun padişahın kim olacağının son ana kadar tespit edilemediğini gösterdiğini anlatmıştır.
Böylesine karışık bir ortamda hükümdar olan Abdülaziz, karşısında birçok sorunla boğuşan ve ekonomik açıdan batma noktasına gelmiş bir devlet buldu. Cevdet Paşa onun düştüğü bu durumu şu şekilde özetlemiştir:
“İşte sultan Abdülaziz Han hazretleri devleti bu şekilde buldu. Sanki bir müflis terekeye vaz-ı yed eylemiş oldu”.
Cevdet Paşa’nın “müflis tereke” (iflas etmiş bir miras) olarak nitelediği devlet birçok sorunla birden uğraşıyordu mali buhran arttıkça artmış, Karadağ’da isyan neredeyse savaş halini almış, Hersek’te karışıklıklar çıkmaya başlamıştı. Bu karışıklıkları fırsat bilen Avrupa devletleri sürekli olarak devletin içişlerine karışıyordu. Abdülaziz bu müdahaleleri bertaraf etmek ve Avrupalı devletlerin bazı konulardaki şüphelerini gidermek için bir ferman yayınladı. Bu fermanda tanzimata devam edeceğini ve adli eşitlikten ta’viz vermeyeceğini vurguladı.
Devletin içinde bulunduğu maddi buhranla başa çıkmak amacıyla Hassa hazinesinin (padişahın şahsi hazinesi) üçte birini devlet hazinesine bağışladı ve bazı kurumlardaki memur sayısını azalttı. Bu tedbirlerle mali durumda nisbi bir düzelme sağlandı ise de tam manası ile bir ıslah sağlandığı söylenemez.
1862 yılında büyük mücadeleler neticesinde Karadağ’daki isyan bastırıldı ve bu tarz isyanlarla bir daha karşılaşmamak bir takım sert önlemler alındı ancak Rusya ve Fransa’nın kuvvetli muhalefeti sebebiyle bu önlemlerden vazgeçildi.
27 Şubat 1863 tarihinde Osmanlı kültür ve ürünlerinin dünyaya tanıtılması amacı ile şu anda “Sultan Ahmed Meydanı” olarak anılan At Meydan’ında “Sergi-i Osmani” açıldı.
Üç bin beş yüz metrekarelik bir alana kurulan ve on üç bölümden oluşan bu sergi 1 Ağustos 1863 tarihine kadar açık kaldı.
Bu dönemde, devletin Mısır üzerinde olan hakimiyeti giderek zayıflamıştı. Halk hükümdar olarak Mısır valisi İsmail Paşa’yı tanıyor, çoğu Osmanlı padişahının adını dahi bilmiyordu. Bu durumu izale ederek Mısır üzerindeki devlet otoritesini yeniden tesis etmek amacı ile Sultan Abdülaziz 3 Nisan 1863 (14 Şevval 1279) günü Mısır seyahatine başladı148. Bu seyahate şehzadeler, başta Fuad Paşa olmak bazı nazırlar, bir takım mabeyn mensupları, imamlar, müsahipler, sertabib ve baş eczacı, saray ressamı Mason ve Musika-i Hümayun ser- mualimi Guatelli katılmışlardır.
Yukarıdaki listede adı bulunan iki san’at adamının da bu geziye götürülmesi sultanın sanatkarları da sürekli olarak mahiyetinde bulundurmak istediğinin kanıtıdır. Özellikle saltanatının ilk yıllarında batı müziği icracılarını görevlerinden uzaklaştırmakla itham edilen Abdülaziz’in ilk resmi seyahatinde saray musikası şefi ve ser- muallimi olan Guatelli ’yi yanında götürmesi düşündürücü ve şayan-ı tedkikdir.
Sultan Abdülaziz Mısır’da büyük bir ilgi ile karşılandı. İskenderiye ve Kahire’de halk padişaha büyük sevgi gösterileri yapıyor, sokaklar onu görmek isteyenlerle dolup taşıyordu. Gittiği her yerde top atışları yapılıyor musika takımlarının yaptıkları icranın sadası semada yankılanıyordu. İsmail Paşa’nın düzenlediği ziyafetler ve törenlerden son derece memnun olan sultan onu mecidiye nişanı ile dört oğlunu ise feriklik rütbesi ile ödüllendirdi.
İsmail Paşa bu seyahatte padişahın takdirini kazandı ve Mısır’ın özerk ilan edilmesi için uygun ortamı sağladı. İlerleyen dönemde de bu hususta çalışmalarını sürdüren paşa, 28 Mayıs 1866’da Mısır veraset usulünün değişmesini sağladı. Ardından 2 Haziran 1866’da “Hidiv” ünvanını aldı ve hidivliğin babadan oğula geçmesini sağladı.
Sultan Abdülaziz bu seyahatte Mısırda bulunan barajları, fabrikaları, ziraat sistemini ve pek çok kurumu tedkik etme fırsatını buldu. Seyahat esnasında Seraskerlik rütbesinde bulunan Fuad Paşa ile ülkenin imarı hususunda mülahazalar yaptı. Bu mülahazalar sonucunda tanıyarak güvendiği Fuad Paşa’yı Mısır’dan dönüşünde, Kamil Paşa’nın yerine sadrazam olarak atadı.
Bu atama ile sadrazamlık, seraskerlik ve mabeyn müşirliği görevleri Fuad Paşa’nın uhdesinde toplanmış oldu. Fuad Paşa’nın sadrazam olmasıyla Abdülaziz saltanatının birinci dönemi olarak nitelendirebileceğimiz Ali ve Fuad Paşalar dönemi başlamış oluyordu.
Tanzimat döneminin en mühim ismi olan Mustafa Reşid Paşa’nın öğrencileri olan Ali ve Fuad Paşaların sadrazamlık dönemi Ali Paşa’nın 1871’de vuku bulan vefatına kadar devam etti.
Bu dönemde tanzimat ve ıslahat çalışmaları devam etmiş ve bu amaca uygun kurumlar açılmıştır. Ayrıca Avrupa’ya Osmanlı’yı tanıtmak ve gergin olan ilişkileri düzeltmek amacı ile adımlar atılmıştır.
Bunların en mühimi, 1867 yılında yapılan Avrupa seyahatidir.
Fransa İmparatoru III. Napolyon, sultanı “Uluslararası Paris Sergisi’nin” açılışına davet etmiş, bu davetin kabul edilmesi üzerine İngiltere Kraliçesi Victoria, padişahı Londra’ya davet etmiş, bu davet de kabul edilerek, Sultan Abdülaziz iki ülkeyi kapsayan Avrupa seyahatine çıkmıştır. Osmanlı padişahlarının savaş harici nedenlerle Avrupa’ya yaptıkları ilk seyahat olma özelliğini taşıyan bu yolculukta Sultan, İngiltere ve Fransa’nın yanı sıra Prusya Avusturya’ya da uğramıştır.
Sultan yanında şehzadeler ve maiyeti olduğu halde 21 Haziran 1867 tarihinde Avrupa seyahatine başladı. Fuad Paşa Hariciyye Nazırı sıfatıyla seyahate katılmış, Ali Paşa saltanat naibi olarak İstanbul’da kalmıştı.
Uzun bir yolculuktan sonra Fransa’nın Tulon kentine gelen heyeti İmparator Napolyon’un gönderdiği yüz gemilik bir donanma karşıladı. Bu gemilerin sultanı karşılamak amacı ile attıkları topların gemisini sarsması üzerine bunu saygısızlık addeden Sultan Abdülaziz, Fransa topraklarına ayak basmadan geri dönmek istedi. Ancak, Fuad Paşa’nın ısrarları ile geri dönmemeye ikna oldu.
Tulon’da Abdülaziz’i büyük bir karşılama bekliyordu. Tulon halkı ve Fransa’da yaşayan Osmanlı tebaası padişahı büyük bir coşkuyla karşıladı her yerde Türk ve Fransız bayrakları dalgalanıyor, askeri musika durmaksızın çalıyor, şenlik havası bütün şehre yayılıyordu. Bu velvele arasında Sultan Abdülaziz, kendisini beklemekte olan Mısır’lı Mustafa Fazıl Paşa’yı kabul etti. Bu kabulde gösterdiği sıcak ve samimi tutum sayesinde, Sultan Abdülaziz, gerek Jön Türkleri desteklemesi, gerekse devlet işlerinin düzenlenmesi hususunda kendisine yolladığı bir layiha sebebi ile Mustafa Fazıl Paşa‘ya şahsi olarak kin gütmediğini göstermiş oluyordu. Böylece bu konuda politik çevrelerde yapılan dedikoduların anlamsız olduğu ortaya çıkmış oldu.
Aynı günün akşamı Tulon’dan trenle hareket edildi ve Lyon üzerinden Paris’e geçildi.
Osmanlı heyeti Paris’e varmadan önce, şehirde bulunan “Jön Türkler” güvenlik gerekçesi ile şehirden çıkarılarak başka mahallere gönderildi. Sultan Paris’te de aynı heyecan ve coşkuyla karşılandı. Karşılama töreninin ardından, Tuileri sarayına geçti ve burada imparator tarafından kabul edildi.
Ardından, İmparator Napolyon’la birlikte “Uluslararası Paris Sergisi’nin” açılışını yaptı ve sergide bulunan Osmanlı Pavyonu’nu ziyaret etti. Bu pavyonda kumaşlardan, mobilyalara ve enstrümanlara kadar geniş bir yelpazede Türk kültürünü tanıtan ürünler sergileniyor, ziyaretçilere Türk yiyecek ve içecekleri ikram ediliyordu. Serginin dışı da tam manasıyla bir şenlik havasındaydı, milli kıyafetler giymiş olan müzisyenler, sürekli olarak ülkelerine ait olan musiki eserlerini çalıyor, zanaatkarlar ziyaretçiler huzurunda maharetlerini sergiliyordu.
Paris’te kaldığı süre boyunca birçok resmi görüşme yapan ve çeşitli kuruluşları ziyaret eden padişah zaman zaman sanatsal aktivitelere de katıldı. Bunlara örnek olarak Paris’te seyrettiği Opera gösterilebilir.
Ali Kemali Aksüt bu opera oyununu ve Paris halkının sultana gösterdiği teveccühü şu şekilde anlatmaktadır :
“O gece hünkar mütenekkiren operaya gitmiştir. Fakat, her türlü tedbire rağmen, keyfiyyet Paris’te duyulmuştu. Tiyatro kumpanyası fırsattan istifade ederek, en adi, yerleri bile yüksek fiyatla satmıştı. Paris’in kibar ve yüksek sınıfı tiyatronun localarını, mutena yerlerini doldurmuştu. Daha saat yedi buçukken o kadar kalabalık peyda olmuştu ki (Bulvar de zitaliyen) den geçmek kabil değildi. Saray arabaları (Bulvar Dekapusin) den ilerliyor ve halk padişahı şiddetle alkışlıyordu. Binlerce göğüsten çıkan VİVE LE SULTAN! sesleri ortalığı çınlatmıştı. Avdet esnasında da hemen aynı parlaklıkta bir merasim yapılmıştı”.
Sultanın, İngiltere’de katıldığı bazı etkinliklerde görev yapmış olan sanatçıları ödüllendirdiğini gösteren kayıtların varlığı, Sultan’ın icralar arasındaki kalite farkını anlayacak kadar musiki kültürüne sahib olduğunu ve İngiltere’de katıldığı müzikal temsilleri daha çok beğendiğini gösterir mahiyettedir. Zira bu ihsanların politik amaçlarla verilmesi halinde, Fransız sanatkarların da ödüllendirileceği muhakkaktır.
Seyahatin ilerleyen günlerinde İmparator Napolyon tarafından verilen “Lejyon Dönör” nişanını da kabul eden Sultan Abdülaziz 11 Temmuz günü Paris’ten ayrıldı.
Sultanın Fransa gezisi pek çok önemli müzakerelere sahne olsa da o anda Osmanlı Devleti ile Avrupa devletleri arasında cereyan eden sorunların çözümlenmesi noktasında bir yarar sağlayamadı. Fakat Türk yaşam tarzı ve kültürünün tanıtılması açısından büyük faydalar sağladığı yadsınamaz bir gerçektir. Ayrıca, sultan ve devlet erkanının tedkik ettikleri kimi kurum ve tesisleri Osmanlı devletine adapte etme çalışmaları bu seyahatle başlamıştır.
Sultan Abdülaziz’in Avrupa Seyahatinin ikinci ayağı İngiltere seyahati olmuştur.
İngiliz makamlarınca Hariciyye Nezareti’ne yollanan İngiltere seyahati programına göre;
Sultan Abdülaziz ve heyeti 12 Temmuz 1867 günü İngiltere’nin Dover Limanına ulaştı ve İngiltere Devleti tarafından düzenlenen büyük bir törenle karşılandı.
İngiltere’den gönderilen programda bu karşılama şu şekilde anlatılmaktadır:
“İmparator Sultan Hazretleri’nin Ziyareti 12 Temmuz 1867 Haşmetmeab Wales Prensi ve Haşmemeab Chambridge Dük’ü Dover’da majestelerini bekliyor olacaklar. Varış noktasına ve Lord Warden Otel’e saray muhafızları yerleşmiş olacaklar. Sultan 10 ila 11 arasında Deniz Kuvvetleri İskelesi’ne inmiş olacak, ardından majesteleri kendileri için hazırlanan özel vagona binerek, yanında Wales Prensi, Chambridge Dükü ve Fuad Paşa bulunduğu halde, istirahat için kendilerine, Lord Warden Otel’de tahsis edilen süite yerleşecek. Haşmetli Türk prensleri de kendileri için Lord Warden Otel’de tahsis edilen odalara geçecekler. Sultan’a öğle yemeği servisi, yanında Wales Prensi, Cambridge Dük’ü ve Fuad Paşa olduğu halde özel odasında yapılacak. Haşmetli Türk Prens’leri yemeklerini ayrı olarak yiyecekler ve öğle yemeği süitin ayrı bir bölümünde yenecek”.
Sultan 13 Temmuz tarihinde Windsor kalesinde kraliçe tarafından kabul edildi. Ardından resmi temaslara devam etti.
Ziyaret boyunca Buckingham Saray’ı Sultan’ın ikametine tahsis edilmiş ve bu sırada, kendisine Wales Prens’i ve Cambridge Dük’ü eşlik etmiştir. Bunlardan başka birçok İngiliz asilzadesi de seyahat boyunca Sultan Abdülaziz ile görüşme şansı bulmuştur. Ayrıca, birçok kere Kraliçe ve Lord Chamberlain ile görüşmüştür. Tüm bunlara ek olarak programa göre, 15 Temmuz’da elçiler için bir resepsiyon verilmiştir.
Sultan İngiltere’de kaldığı süre boyunca, İngiltere donanmasını teftiş etmiş, İndian Offiice’de verilen bir baloya katılmış, Crystal Palace’ı ziyaret etmiş, Kraliyet Tiyatrosunda ve Operasında birer temsil izlemiş, Londra Kulesi ve Wimbeldon Kampı’nı gezmiş ve ordu cephaneliğini teftiş etmiştir.
Sultan İngiltere’de hemen her gün müzikal bir faaliyete katılmıştır. Bu faaliyetler şunlardır:
13 Temmuz’da sultan onuruna Buckingham Sarayı’nda bir Kraliyet Balo’su tertip edilmiştir.
15 Temmuzda Covent Garden Tiyatrosunda Kraliyet İtalyan Operası’nın hazırladığı temsile katılmıştır. Ziyaret programında bu etkinlikle ilgili şu bilgiler verilmektedir:
“Florall Hall’de orkestra Türk milli havalarını çalacak, ve opera başlamadan önce “God Save Queen” söylenecek. Opera sonunda salondan ayrılırken de Florall Hall’da Türk milli havaları çalınacak”
“The Era” gazetesinde yayınlanan makalede, tüm seyircilerin yerine yerleşmesinin ardından “God Save Queen” in çalındığını ardından ise Şef. Mr. Costa’nın orkestraya verdiği işaretle sultanın onuruna yazılan “Ode” ile (Ode; icrasına İngilizce kaside uzun şiir anlamındadır)
başlandığı yazılmıştır. Aynı haberde bu odenin Mr. Batrholomew tarafından yazılan sözleri de verilmiştir.
Ode’nin icrasının ardından Auber’in “Masienello” adlı operası sahneye konmuştur. Sultan bütün icralar sonlanana kadar tiyatroda kalmaya devam etmiştir.
“The Era” gazetesi o gece sahne alan solistlerin adlarını da vermiştir, bu müzisyenler şunlardır: Madam Lemmens- Sherrington, Sinyor Naudin ve Sinyor Graziani.
Sultan, 16 Temmuz günü Cyristal Palace’da bir konser ve ateş gösterisi izlemiştir.
Bu konserde iki bin kadar müzisyenin icrayı sanat yapmış ve padişahın bir sene evvel yanan Cyristal Palace’ın tamiri için bin lira bağışlamıştır.
“Pall Mall” gazetesinde yayınlanan bir makalede sultanın yaptığı bağışın boyutları hakkında yazılan şu satırlar, Crystal Palace’a verilen meblağın büyüklüğünü gözler önüne sermektedir:
“Doğulu ziyaretçilerimizin cömertlikleri hususunda sağlam bir kanıya ulaşmak için, Sultan ve Mısır valisinin birlikte Kristal Saray’a verdiği paranın, İngiliz parlamentosunun Ulusal Müzik Akademi’sine uzun müzakerelerden sonra ve mızıldanarak verdiği bir senelik desteğin üç katı olduğunu hatırlamak gerekir”.
Dönem gazetelerinde Crystal Palace’ın padişah ve Mısır valisinden elde ettiği gelirin yanı sıra, sultanın varlığı sebebiyle o gece, bilet satışlarından da büyük meblağlar kazandığı belirtilmiştir. “The Era” gazetesinin haberine göre o gece yapılan icraları toplam 26
960 kişi izlemiştir.
O gece çalınan birçok eserin içinde şüphesiz ki en mühimi, Sinyor Arditi’nin sultan onuruna bestelemiş olduğu “Ode”dir. Sözleri Zafiraki Efendi tarafından yazılan bu eser, sayısı bini aşan bir koro tarından Türkçe olarak seslendirilmiştir. “Pall Mall” gazetesinde eser hakkında şu bilgiler verilmektedir:
“Signor Arditi tarafından müziklendirilmiş kaside”, bir nebze Türk müziği gibi bir şey. Türk olduğunu hemen, girişindeki davullardan anlıyorsunuz. Ardından, davul sololarını tamamen unutarak, çok yavaş çalınan bir polka olduğunu zannetmeye başlıyorsunuz. Mamafih, birkaç Türkçe söz -otantik Türkçe söz- duyuluyor ve hayal gücü zengin olanlar kendilerini İstanbul’da sanıyorlar”.
Emre Aracı, Ardit’nin Abdülaziz’in Avrupa seyahatinden on yıl önce, Sultan Abdülmecid’e ithaf ettiği kasidenin İstanbul Üniversitesi Kütüphane’sinde bulunan notasıyla Abdülaziz’e ithaf ettiği ve British Library’de bulunan notanın birbirleriyle tıpatıp aynı olduğunu ve sadece sözlerinin değiştirildiğini yazmıştır. Böylece Arditi, yaptığı tek eserle iki sultandan da ihsanlar almayı başarmıştır. İlk olarak 1857 yılında Abdülmecid tarafından beşinci derece mecidiye nişanıyla ödüllendirilmiş, Crystal Palace’da sultan sunduğu sözleri değiştirilmiş aynı eserle bu nişanı beşinci dereceden dördüncü dereceye yükseltilmiştir.
Bu odenin sözleri dönem gazetelerinde yayınlanmıştır:
“Neşeye bürünmüş halde, neden ey Londra, böyle parlaksın? Gelinlik kuşanmış bir gelin gibi, taze ve güzelsin bu gece!
Neden, ey elmaslardan yapılmış saray, hoş kokulu çiçeklerle bezenmiş halde, Taşların yakutlar gibi yanıyor, ateşli nurlar içinde parıldıyor?
Neden sesler seni titretiyor -kudretli bir misafirin sesleri? Sultan Abdülaziz geliyor, selam olsun neşemizin vesilesine!”.
18. Temmuz’da Lord mayor tarafından Guildhall’de Sultan onuruna bir konser
verilmiştir. Bu programda Donizetti, Verdi ve Rossini gibi birçok önemli müzisyenin eserinden oluşan repertuvar, Kahire Operasında görevli tenor Emillio Naudin, Soprano Pauline Lucca, Tenor, Sim Reeves, Soprano Helen Lemmens- Sherington, Signor Garziazni, Matmazel Morensi ve Sinyor Ciampi tarafından icra edilmiş, bu ünlü sanatçılara Monsieur Benedict piyano ile eşlik etmiştir.
19. Temmuz’da İndia Office tarafından Sultan onuruna bir balo tertip edilmiştir. Bu balo hakkında İngiliz basınında pek çok makale yayınlanmış, balo bütün ayrıntıları ile anlatılmıştır. Bu makalelerin en mufassallarından biri, 20 Temmuz 1867 tarihinde “The Standard” gazetesinde yayınlanmıştır. Bu makalede balo esnasında yapılan musiki icrası ayrıntılarıyla aktarılmıştır. Buna göre “Grenadiers Band” tarfından yapılan icraya quadrille adı verilen ve o dönemde çok popüler olan bir dans türü için bestelenen “Blue Beard” adlı eserle başlanmış, ardından çeşitli dans türleri için bestelenen eserlerle devam edilmiştir. Bu baloda çalınan eserler ve bestecilerinin isimleri aşağıdaki listede verilmiştir:
Qudrille “Barbe Bleue” (Offenbach)
Valse “Heleven” (Strauss)
Lancers “The Sultan’s (Calhin)
Valse, “Belgravia” (D. Godfrey)
Quadrille “La Vie Parissienne” (Offenbach)
Valse “Les Rose’s (Metra)
Lancers “Karnival” (Cote)
Valse “Flower Girl” (C. Godfrey)
Galop “Corricolo” (D. Grau)
Quadrille “La Belle Helene” (Offenbach)
Valse “Guards” (D. Godfrey)
Valse “Jungherren Tanze” (Gungi)
Galop “Bon Soir (A. F. Godfrey)
Ayrıca makalede sultanın Kuran’ın kadınlardan bedenen uzak durma emrinden ve doğu geleneklerinden dolayı dans etmediği ancak, yapılan dansları zevkle seyrettiği vurgulanmaktadır. Bir başka makalede ise Osmanlı hanedanından hiç kimsenin dans etmediği ve bu kadar hızlı bir hareket esnasında, kadın ve erkeklerin birbirini neden tutması gerektiğini anlamadıklarını söyledikleri yazılmaktadır.
Ayrıca “Makam-ı Nezaret-i Celile-yi Hariciyyeye 8 Teşrin-i Sani 1867 tarihi ile Paris sefaret-i seniyyesinden murur tahriratın tercümesinde; Londra’da sultanın Madam Laroş adında bir hanımın düzenlemiş olduğu bir baloya katıldığını ve burada Madam Pati adında bir bayan ses sanatkarını dinlediğini göstermektedir. Bu gecede Besteci Moris Strauss Sultan tarafından nişanla ödüllendirilmiştir.
Sultan Avrupa gezisi süresince izlediği programlardan ikisinin şefine vatana dönüşünün ardından ihsanda bulunmuştur. Bu isimler; Sinyor Arditi ve İtalyan operası şefi Mr. Costa’dır. Costa’ya beşinci dereceden mecidiye nişanı verilmiş, Sinyor Arditi’nin ise daha evvel aldığı beşinci derece mecidiye nişanı dördüncü dereceye yükseltilmiştir.
İngiltere ziyaretini tamamlayan Sultan Abdülaziz, buradan Viyana’ya geçti. Burada da bazı temaslar da bulunduktan sonra Rusçuk üzerinden yurda döndü ve büyük törenlerle karşılandı.
Ülkeye dönüşüyle beraber birçok sorunla yeniden yüz yüze geldi. Mali buhran alabildiğine büyümüş, Girit’te isyan boyutlarını genişletmişti. Bu durum üzerine Ekim 1867’de Girit’e hareket eden Ali Paşa adada yönetimi devralarak bazı idari ve askeri önlemler aldı. Bunlara ek olarak Aralık 1868’de Yunanistan’a bir ültimatom verildi bunun üzerine yapılan görüşmeler neticesinde adada bulunan asilerin elebaşlarının sürülmeleri ve diğer asiler için af çıkarılması hususlarında mutabık kalındı ve Girit isyanı geçici bir süreliğine bastırılmış oldu.
1869 yılında Süveyş kanalı açılarak Akdeniz ve Kızıldeniz birleşmiş oldu ve bölgede bulunan ticaret yolları değişti. Bu kanalın varlığı Osmanlı ekonomik hayatını olumsuz bir şekilde etkiledi.
Tüm bu olumsuz etkilere rağmen dış borçlanmalar devam etti ve ekonomi çıkmaza doğru sürüklenmeye devam etti. Abdülaziz borçlanarak elde ettiği kaynakların çoğunu donanma ve orduya harcadı. Yaptığı harcamalarla dünyanın en büyük donanmalarından birine sahip olmasına rağmen bu büyük askeri gücü idare edecek selahiyette bir insan gücüne sahip olmadığından hiçbir zaman donanmayı askeri amaçlarla kullanma şansını elde edemedi.
Aynı yıl devlet yönetiminde üst kurul vazifesi üstlenen “Devlet Şurası” kuruldu. Eğitim alanında birçok yeni düzenleme içeren “Maarif Nizamnamesi” yürürlüğe girdi. Bu nizamnameyle ilköğretim zorunlu hale geldi. Birçok yeni okul açıldı. Ayrıca müzik ilk defa ders olarak eğitim müfredatına girdi. 1870 yılında da dış borçlanma devam etti. Darülfünun ve Darülmuallimat (Kız Öğretmen Okulu) kuruldu.
1871 yılında Ali Paşa vefat etti ve sadrazamlığa Mahmut Nedim Paşa atandı. Böylece Abdülaziz için daha rahat hareket edebileceği bir dönem başlamış oldu. Seçkin bir aileden gelen Mahmut Nedim Paşa, çok erken yaşlarda devlet idaresinde çalışmaya başlamış tecrübeli bir idareci idi. Ancak, müstebitliğe meyyal olan Abdülaziz’in, bu yönünü iyi bilen ve padişahın her isteğini karşı çıkmadan yerine getiren bir yapıya sahipti. Mahmut Nedim Paşa’nın bir diğer özelliği de yerini sağlamlaştırmak için, sultana sürekli olarak pembe bir tablo çizmesiydi. Devlet’in içinde bulunduğu durumu sultandan saklıyor, idari ve ekonomik açıdan hiçbir sorun yokmuş gibi davranıyordu.
Midhat Paşa Abdülaziz’in Mahmut Nedim’e teveccüh göstermesinin nedenlerine örnek olarak şunu göstermiştir:
“Abdülaziz bu sıralar zırhlı gemilerin devletin gerçek gücüyle mütenasip olmayan bir mertebeye ulaştırılması merakına düşerek, lazım gelen paranın tedariki hususunda bin bir zorluk çekildiği halde, Mahmut Paşa, padişahın bu husutaki arzularını genişletmiş ve hatta Saray-ı Hümayun’un çoğalan masraflarını karşılamak için tersane hesabından para aktararak hakanın o yoldaki iştihasını bile artırmayı becerebilmiştir”.
Mahmut Nedim Paşa’nın bir başka özelliği de o dönemde Rusya Devlet’i sefiri olarak İstanbul’da bulunan General İgnatiyef’le yakın ilişki kurmasıdır. General İgnatiyef’le kurduğu yakın ilişki ve devlet meselelerinde onu adeta bir danışman olarak kullanması halkta büyük rahatsızlık yaratmış, hatta bu rahatsızlık onun“Nedimof” lakabıyla anılmasına sebebiyet vermiştir. Aynı yıl Londra Konferansında Rusya’nın boğazlar hususundaki istekleri kabul edildi ve dış borçlanmalar tüm hızıyla devam etti.
1872 ile 1874 yılları arasında sadarette dönem dönem değişiklikler yapıldı Midhat, Mehmet Rüştü, Hüseyin Avni, Şirvanizade Mehmet Rüştü ve Hüseyin Avni Paşalar kısa süreliğine sadrazam olarak görev yaptılar.
1875 yılında maddi buhran had safhaya ulaştı. Bosna Hersek’te isyan patladı ve asiler Avrupa devletlerinden yardım istedi 182 Mahmut Nedim Paşa, Hersek meselesini kısa sürede hal edeceği vaadi üzerine yeniden sadrazamlığa atandı ancak sorunu çözme hususunda hiç bir müspet adım atmadı.
Aynı yıl içinden çıkılmaz duruma gelen ekonomik kriz dolayısıyla devlet iflasını ilan etti. General İgnatiyef’in önerisi ile Mahmud Nedim Paşa, dış borçların on dört milyon liraya ulaşan yıllık faizinin beş yıllığına kesileceğini buna karşılık yüzde beş faizli “esham” verileceğini açıkladı. Bu eshama karşılık olarak tuz, tütün, gümrük ve Mısır vergilerini gösterdi.
Bu durum Avrupa devletleri tarafından büyük tepki ile karşılandı ve Abdülaziz’in hükümdarlığının halka zarar verdiği hususunda içte ve dışta yapılan propagandanın artmasına sebep oldu.
1876 yılına gelindiğinde ülkede rahatsızlık son raddeye vardı. Abdülaziz aleyhinde yapılan propagandalar devam etti ve İstanbul medrese talebelerinin çıkardığı isyanla yüz yüze geldi. 16 Rebi’ül evvel 1293’de Fatih Medrese’sindeki dersler tatil edildi. Ertesi gün Beyazıd ve Süleymaniye’de yapılan gösterilerde, Şeyhülislam Hasan Efendi, Sadrazam Mahmud Nedim Paşa ve General İgnatiyef’in azledilmeleri taleb edildi. Devlet’in hızla Rus egemenliğine girdiği ve bu durumun sona ermesi istendi. Bu sırada silahlanan bir kesimin Hristiyan tebaayı öldüreceğine dair haberler yayılmaya başladı.
Yılmaz Öztuna, bu isyanın, Midhat Paşa’nın Şehzade Murad Efendi’den aldığı parayı talebelerin ileri gelenlerine dağıtmasıyla çıkarıldığını yazmıştır. Olayların gelişmesi ve sonrasında doğurduğu sebeplerin hal’ hadisesinin gerçekleşmesine sebebiyet vermesi Öztuna’nın bu tezini doğrular mahiyettedir.
Bu olaylar neticesinde istenen aziller gerçekleştirildi. Sadrazamlığa Mütercim Rüştü Paşa, Şeyhülislamlığa Hayrullah Efendi, Seraskerliğe Hüseyin Avni Paşa, Serdarlığa Söylemez Abdi Paşa atandı. Böylece kısa bir süre sonra Abdülaziz’i hal’ edecek olan kadro iş başına geçmiş oldu.
Bu yeni kadroda serasker olarak görevlendirilen Hüseyin Avni Paşa derhal sultanı hal’ etmek için girişimlere başladı. Hüseyin Avni Paşa önceki dönemlerde yaşadığı iki sürgün sebebiyle padişaha karşı büyük bir kin duymakta idi. Oysa ki bu sürgünlerin müsebbibi padişahtan çok onun ezeli düşmanı olan Mahmud Nedim Paşa idi.
Mahmud Nedim Paşa ilk sadrazamlığı döneminde sultanı, Hüseyin Avni Paşa’yı rütbelerini de alarak memleketi Isparta’ya sürmeye ikna etti. Bu sürgün esnasında çektiği sıkıntılar, Hüseyin Avni Paşa’nın Mahmut Nedim Paşa ile beraber sultana karşı da kin beslemesine sebebiyet verdi. 188 Hüseyin Avni Paşa, yaşadığı bu sürgün döneminin ardından yeniden İstanbul’a dönmeyi başardı ancak Mahmut Nedim Paşa, son sadrazamlık döneminde onun tekrar İstanbul’dan uzaklaştırılarak Bursa valiliğine atanmasını sağladı.
Hüseyin Avni Paşa, yurda dönüşü ve seraskerliğe atanışının hemen ardından hal’ ile ilgili çalışmalara başladı. Mahmut Nedim Paşa’nın yeniden sadrazamlığa ve atanacağı ve kendisinin yeniden sürgünle karışılacağı konusunda çıkan dedikodular onun bu hususta düşünceden eyleme geçmesinde önemli rol oynadı. Ahmet Midhat Efendi’de “Üss-i İnklap” adlı eserinde Hüseyin Avni Paşa’nın daha evvel yaşadığı sıkıntılar dolayısıyla bu darbeyi, dört beş sene evvelinden planladığının o dönemde birçok kere rivayet olunduğunu yazmıştır.
Hüseyin Avni Paşa’nın yandaşlarının hemen hepsi bir zamanlar padişahla, çeşitli sebeplerden sorunlar yaşamış kişilerdi. Bu kişilerin en mühimleri, Midhat Paşa, Bahriye Nazır Kayserili Ahmet Paşa, Sadrazam Mütercim Rüştü Paşa, Hayrullah Efendi, Fetva Emini Kara Halil Efendi, Redif Paşa ve Süleyman Tahsin Paşa idi.
Hüseyin Avni Paşa’nın ilk işi Harp Okulu komutanı olan Süleyman Tahsin Paşa’yı hal’ eylemine katılmaya ikna etmek oldu. Diğer darbecilerden farklı olarak Süleyman Paşa sultana karşı şahsi bir husumet beslemiyordu. Ancak, ülkenin meşrutiyete ve yenileşmeye ihtiyacı olduğunu düşünüyordu. Ayrıca sultanın General İgnatiyef’le yakınlaşmasından o dönemdeki pek çok subay gibi o da rahatsızdı. Hüseyin Avni Paşa ona bu yakınlaşmanın devleti felakete götüreceğini söylerek sultanın hal’ edilmesinin gerekliliğini anlattı. Uzun bir müzakereden sonra Süleyman Paşa darbenin ardından istibdadi yönetim biçimine son verilmesi şartıyla, hal’ vakasına dahil oldu sultanın tahttan indirilmesinde en önemli rolü oynadı.
Hal’in gerçekleşmesi için lazım olan bir diğer unsur ise, bu eylemi haklı bir zemine oturtacak olan bir fetva idi. Bunun için Midhat Paşa Fetva Emini Kara Halil Efendi’yi konağına çağırarak: “Padişah mülk-i milleti, tahrip ve beytülmalı israf etti, ıslah-ı hal-i enam için hal’i tasavvur olunur buna cevaz-ı şer’i var mıdır?” diye sordu. Kara Halil Efendi bu emr-i hayra çarşaf kadar fetva veririm diye cevap verdi, ardından şu fetvayı kaleme alındı:
“Emirülmü’min olan zeyd muhtellişşu’ur ve umur-ı siyasiyyeden bi- behre olup emval-i miriyyeyi mülk-i milletin takat ve tahammül edemeyeceği mertebe masarif-i nefsaniyyesine hasr ve umur-ı diniyye ve dünyeviyyeyi ihlal-ü teşviş ve mülk-i milleti tahrib edip bekası mülk-i millet hakkında muzirr olsa hal’i lazım olur mu? Elcevap olur
Ketebehu el-fakir Hasan Hayrullah”
Fetvanın alınmasının ardından darbe için 31 Mayıs tarihi kararlaştırıldı. Önce darbenin öğle vakti olması hususunda tartışmalar yaşandı, darbe öğle vakti yapılacak bu sayede o sırada Babıali’de bulunan Avni, Midhat ve Rüştü Paşalar, her hangi bir terslik halinde suçu Süleyman Paşa ve harbiyye talebelerine atacaklardı. Ancak sultanın öğle vakti saraydan çıkarılmasının zor olacağı düşünülerek eylemin sabaha karşı 04:30 dolaylarında yapılmasına karar verildi. Şehzade Murad Efendi kendisinin evinden askerler tarafından alınması konusunda ısrarcı davrandı. Bu sebepten belirtilen saatte padişahın saraydan çıkartılmasına ve aynı anda evinden askerler eşliğinde çıkan Şehzade Murad’ın Seraskerlik önüne getirilerek burada, biat edilmesine karar verildi.
Hal’ için 31 Mayıs gecesi kararlaştırılmıştı ancak Sultan Abdülaziz’in saray önüne demirlemiş Sultaniye vapurundan gün boyunca asker çıkarılmadığını görmesi ve bunun nedenini öğrenmek üzere Avni Paşa’yı saraya çağırtması sebebi ile korkuya kapılan Avni Paşa eylemi bir gün daha erkene almıştır.
Hemen eyleme geçen paşa önce bir mazeret bildirerek padişaha sonra geleceğini bildirmiş, ardından Mösyö Necip Paşa’yı çağırarak Tarabya ve Büyükdere’de bulunan telgraf hatlarının saat dokuzda kesilmesini ve biat topları duyulana kadar kapalı tutulmasını emretmiştir. Ardından Tayyar Bey aracılığı ile Süleyman Paşa’ya eylemin o gece yapılacağını haber vermiştir.
Süleyman Paşa önce Tayyar Bey’e güvenmemiş sonra o sırada okulda öğrenci olan Avni Paşa’nın yeğenine onu getiren kayıkçıların Avni Paşanın hizmetkarları olup olmadığını teşhis ettirmiş müspet cevap aldıktan sonra derhal eyleme geçmiştir.
İlk iş olarak kışlada bulunan ve yapacağı eyleme muhalif olduğunu düşündüğü Miralay Emin Bey’i çağırarak iki saatliğine tevkif etmiştir.
Saat sekiz civarında öğrenciler için kalk borusu çalınarak fişek ve silahlar dağıtılmıştır. Ardından Süleyman Paşa, subay ve askerlere silahlanmalarını ve subayların amacın hasıl olmaması riskine karşı abdest almalarını ve iki rekat hacet namazı kılmalarını emretti.
Ahmet Bey’e öğrencilerin Murad Efendi’nin dairesi önüne gitmesini söyledi ve Kolağası Refik Bey’e zırhlı karakol gemisinden birinci cülus topu atıldıktan sonra ikinci topun harbiye meydanından öğrenciler tarafından atılması emrini verdi.
Sonra Taşkışla’ya doğru harekete geçen Süleyman Paşa, bu sırada belindeki kılıcı paslı görerek yanındaki subaylardan bir kılıç istedi ve kendisine daha düşük rütbeli subaylara ait olan siyah kayışlı bir kılıç verildi. Taşkışla’ya gelerek burada bulunan Binbaşı Osman Ağa’ ya saraya gideceklerini bildirdi.
Bu sırada Mustafa Seyfi Paşa, V. Ordu IV. alayı I. taburuyla Taşkışla’ya geldi. Ardından Taşkışla’dan üç tabur asker ile hareket edildi. Ata ve Hacı Bey Osman Ağa taburuyla Paşa Dairesi havalisine gönderildi. Ethem Bey Taburu; Yıldız Kapı, Koltuk kapı ve Camlıköşk havalisine dağıtıldı. Süleyman Paşa, İzzet Efendi taburuyla harem dairesi ve Murad Efendi dairesine gitti. Bu sırada saray muhafazasına memur bazı askerleri toplayarak yarım tabur daha asker elde etti.
Yanına iki bölük asker alıp Murad Efendi dairesine yönelen Süleyman Paşa, kapıya gelerek, onu karşılayan ağalara “efendimizi isterim” dedi. Ancak üzerinde bulunan siyah kayışlı kılıç sebebi ile paşa olduğunu anlayamayan ağalar onu Murad Efendi ile görüştürmek hususunda tereddüt gösterdi.
Silahını teslim etmek şartıyla içeri girmesine izin verilince silahını orada bulunan bir yüzbaşıya teslim ederek içeri girdi. İçeri girdiğinde orada bulunan Lala Süleyman Ağa’nın onu tanıyarak Murad Efendi’ye “bu Süleyman Paşa’dır” demesiyle Murad Efendi rahatladı ve beraberce daireden çıkmaya razı oldu.
Daireden çıktıktan hemen sonra Hüseyin Avni Paşa bir arabayla gelerek Murad Efendi’yi arabaya aldı. Devlet geleneğine göre arabadan inerek müstakbel sultanı selamlaması gerekirken inmeyerek onu arabaya alması sonradan onun kendini sultandan daha mühim gördüğüne dair dedikodular çıkmasına sebep oldu.
Arabayla hareketten sonra Dolmabahçe Camii önünde bekleyen tersane vapuruyla Sirkeci’ye çıktılar ve Süleyman Paşa’ya Sirkeci’ye vardıklarını haber verdiler bunun üzerine ilk cülus topu atıldı.
Murad Efendi’nin o saraydan çıkmadan ben girmem demesi üzerine Cevher Bey vasıtasıyla kapılar açıldı. Bu sırada orada bulunan Haznedar Kalfanın “hepiniz bilirdiniz ihtar etmediniz cümleniz birliksiniz” demesi üzerine, Abdülaziz “lakırdının sırası geçti sakvamı getirin, Yusuf ve Mahmud nerede çağırın” dedi ve yanına on bir kadın beş hizmetçi ile Yusuf İzzeddin Efendi ve Mahmud Celaleddin Efendiyi de alarak Topkapı Sarayı’na geçti.
Abdülaziz’in saraydan çıkmasının ardından Bab-ı Seraskeri’de kendisine biat edilen Murad Efendi; Sultan Murad olarak Dolmabahçe Saray’ına girdi ve darbe tamamlandı.
Sultan Abdülaziz’in felaketini hazırlayan bu darbenin neden yapıldığı konusunda tarihçiler kesin bir kanıya varamamışlardır. Ancak, bu darbenin sultanın yaptığı israf ve yanlış yönetimden rahatsız olan birkaç vatansever komutan tarafından yapıldığını düşünmek mantığa çok da uygun değildir. Buradan hareketle Yılmaz Öztuna, bu darbenin İngilizler tarafından Hüseyin Avni Paşa taşeronluğu ile yapıldığını yazmıştır. İngiltere elçisi Sir Henry Elliot’ın yazmış olduğu şu satırlar darbeye dahli olup olmadığını kanıtlamasa da, darbenin yapılacağından haberdar olduğunu göstermekte ve darbenin İngilizler tarafından yaptırıldığına dair şüpheleri arttırmaktadır.
“Abdülaziz az zaman içinde ıslahat yönünden her türlü değişimi engelleyeceğini ortaya koyup, her makamı önceki gibi ilerleme ve ıslahat karşıtı bazı alçak adamlar ile doldurdu.
Abdülaziz’in işbu hareketinin tahttan indirileceği sonucunu doğuracağından o kadar emindim ki hatta Mayıs’ın 26. Günü hükümetime takdim ettiğim raporda bu babdaki düşüncelerimi belirtmiş idim”.
Bir elçinin sadece saydığı bu sebeplerden ötürü sultanın hal’ edileceğine emin olması inandırıcılıktan çok uzaktır. Ayrıca, İngiltere’nin özellikle sultanın kurmuş olduğu devasa donanmadan son derece rahatsız olduğu bazı kaynaklarda görülmektedir Bu veya başka bir sebepten İngilizlerin bu darbeye dahl etme olasılıkları oldukça yüksektir; ancak bu durum henüz kesin olarak kanıtlanamamıştır.
Sultan Abdülaziz darbe gecesi saraydan çıkarıldıktan sonra ailesi ve bazı hizmetkarları ile kayıklara binerek Topkapı Saray’ına doğru hareket etmiştir. Yağmurlu bir havada gerçekleştirilen bu yolculuk sultan ve ailesinin birçok sıkıntı çekmesine sebebiyet vermiştir. Kayıklara binilirken Abdülaziz’in üçüncü kadını Neşerek Nesrin Sultan’ın mücevher sakladığı zannıyla, yağmurlu ve soğuk olan havaya rağmen üstünde ki şalı alınmış bu yüzden hastalanan sultan kısa süre sonra vefat etmiştir.
Bir süre sonra Hüseyin Avni Paşa’yı öldürecek olan Çerkez Hasan’ın kız kardeşi olan sultanın gördüğü bu hakaret ve düçar olduğu rahatsızlık padişahın üzüntüsünü ziyadesiyle arttırmıştır.
Yolculuğun ardından sultan ve maiyeti Topkapı Saray’ına varmış ve Sultan III. Selim dairesine yerleştirilmiştir.
III. Selim’in katledildiği bu daireye gelmek Sultan’ın yaşadığı vehm ve sıkıntıyı daha da arttırmış, burada kaldıkları üç gün boyunca o ve ailesi birçok eza ve cefaya katlanmak zorunda kalmışlardır. Sultan bu durumdan kendini ve ailesini kurtarmak amacı ile Sultan Murad’a mektup yazarak buradan naklini istemişti.
Abdülaziz’in bu ricası kabul edilmiş 2 Haziran 1867 günü mahiyeti ile birlikte Fer’iye Saray’ına nakledilmiştir. Nakilden bir gün sonra Mabeynci Fahri Bey aracılığı ile sultanın yanında bulunan III. Selim’e ait pala istenmiş Abdülaziz başta buna karşı çıkmış ancak Valide Sultan’ın telkini ile palayı vermeye razı olmuştur. Bu durum daha sonra tarihçiler tarafından maruz kalacağı suikasttan önce savunmasız bırakıldığı şeklinde yorumlanmıştır.
Bu sırada ilerde Abdülaziz’e suikast düzenlemek suçu ile yargılanan ve ceza alan üç hizmetkar Sultan Murad ve annesinin hizmetkarları arasından seçilerek Fer’iye Saray’ına yollanmıştır. Bunların zamanın şartlarına göre bir hizmetçi için çok yüksek bir ücret olan yüz altın maaşla bu göreve atanmaları, suikast amacıyla saraya gönderildikleri kanısını güçlendirmiştir.
4 Haziran sabahı kahvaltı yapıp kahve içtikten sonra sakallarını düzeltmek için bir makas isteyen Sultan Abdülaziz odasına çekilmiş ve uzun bir süre odadan çıkmamıştır. Bi süre sonra odanın önünden geçen bir kalfanın odadan haykırmaya benzer sesler geldiğini duyması üzerine diğer kalfalara haber verilmiş Pertevniyal Valide Sultan ve daha sonra suikasttan yargılanacak olan, Mabeynci Fahri Bey odaya girmiş, sultanı önünde rahle üzerinde Yusuf Suresi açık olan bir Kur’an olduğu halde oturduğu minderin sağ tarafına yatmış bir şekilde bulmuşlardır. Bu sırada yarı şuurlu olan sultanın iki kolundan da kanlar akmaktadır. Bu feci durumu görerek üstüne kapanan annesinin göğsüne kanlar akan ellerini dayayarak Allah lafzını söylemeye başlar ancak kısa süre sonra şuurunu kaybeder.
Olaydan yaklaşık on dakika sonra Hüseyin Avni Paşa saraya gelmiş ve henüz ruhunu teslim etmemiş olan sultanı annesinin kollarından alarak Fer’iye Karakolu’na naklettirmiştir. Kısa süre içinde darbeyi gerçekleştiren paşaların çoğu karakolda toplanmıştır. Paşaların bu kadar kısa sürede olay mahallinde toplanmaları bu ölümün bir suikast neticesinde gerçekleştirildiği paşaların bundan haberdar olduğu konusunda şaiyalar çıkmasına sebebiyet vermiştir.
Karakol’a alınan sultan kısa süre sonra vefat etmiş ve karakola çağırılan hekimlere ölüm sebebi ile alakalı bir rapor yazdırılmıştır. Bu sırada hekim heyetine dahil olarak karakola gelen Hekim Miralay Ömer Bey sultanın naaşına dokunmadan rapor yazmayı reddetmiş, bunun üzerine Hüseyin Avni Paşa ben bir sultanın bedenine dokundurtmam diyerek ona çıkışmış, Ömer Bey’in ısrar etmesi üzerine rütbelerini sökerek onu askerlikten tard etmiştir. Ancak başta Marko Paşa olmak üzere heyette bulunan diğer hekimler bu konuda ısrarcı olmamışlar ve sultanın intihar ettiğine dair bir rapor hazırlamışlardır.
Bu ölüm Sultan Abdülhamid’in hükümdarlığı dönemine kadar intihar olarak kabul edilmiş. Ancak Sultan Abdülhamid tarafından ölüm dosyası yeniden açılarak, başta daha önce bahsettiğimiz hizmetkarlar: Pehlivan Mustafa, Boyabatlı Hacı Mehmed ve Cezayirli Mustafa olmak üzere failler yargılanmış ve mahkum edilmiştir.
Bu üç isimle birlikte suçlu bulunarak Taife gönderilenler şunlardır: Midhat Paşa, Şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi, Serasker Mahmud Celaleddin Paşa, Mabeynci Ahmet Bey, Mabeynci Fahri Bey, Miralay Mehmed İzzet, Binbaşı Ali Rıza, Binbaşı Mehmed.
Bu kişilerin mahkumiyetine sebep olan ifadelerinde bazı ağalar, Mabeynci Fahri Bey’in sultanın kollarını tuttuğunu Cezayirli Mustafa ve Hacı Mehmed’in sultanın dizlerine oturduklarını, bu sırada Pehlivan Mustafa’nın padişahın kollarını kestiğini bu eylemi kılıçlı iki zabitin idare ettiğini gördüklerini yazmışlardır. Bu ifadede anlatılanlar 1881 yılında bir İngiliz gazetesinde ilüstre edilmiştir.
Yapılan mahkemede üç hizmetkar suçlarını itiraf etmişlerdir. Ancak Fahri Bey’in yayınladığı “İbretnüma” adlı eserde yayınlanan ifadelerinde suçu işkence ile kabul ettiklerini aslında sultanın ölümüyle alakaları olmadığını beyan etmişlerdir.
Sonuç olarak bu ölümün intihar mı cinayet mi olduğu hususunda kesin bir yargıya varılamamıştır. Çalışmamız esnasında elde ettiğimiz bilgilerden sultanın bir suikast sonucu öldürüldüğüne dair ortaya atılan tezi akla daha yatkın bulsak da, kesin bir sonuca ulaşma ihtimalimiz olmadığı için bu konuda bir çıkarımda bulunamıyoruz. Ancak, şunu da belirtmek gerekir ki sultanın intihar etmesi halinde bile onu henüz daha ruhunu teslim etmemişken öldüğü zannıyla Fer’iye Karakolu’na naklettiren ve sayısız kötü muamele ve tahkire maruz bırakarak psikolojisini bozan Hüseyin Avni Paşa ve avanesi onun katilleridir.
İlahi adaletin bir tezahürü olarak Hüseyin Avni Paşa, büyük hırs ve şevkle elde ettiği iktidarın tam olarak tadına varamadan sultanın kayın biraderi Çerkez Hasan tarafından katledilmiştir.